19 Ağustos 2014 Salı

Sevmem - ÜTÜ


Boyum kadar birikmiş yıkanmış kıyafet, çarşaf vs. ütülemek zorunda kaldığım an yani dün gece, yine hayatın en kuvvetli sorgulamalarının  birinde bulmuştum kendimi... Bu sorgulamada ütü tabii ki sadece bir dürtücü etkendi. 


Ütülü gömleği yeniden ütüleyerek kırışık hale getirebilecek seviyede kabiliyetli(!) olduğum bu konuda, zamanlamanın bir Ağustos yazı olması unutulmaz bir deneyimi de beraberinde getirdi...

Tarih içinde evrim geçirmiş olan bu küçük ev aleti, bizler için baktım 17. yüzyılda doğmuş, doğmaz olaymış...  Aman yanlış anlaşılmasın 17. yüzyılda saplı demir halindeki formu ile doğmuş, yoksa öncesinde taştır mermerdir kırışıklık gidermek için ne akla hizmet ise kasmış durmuş insanlık.. Yetmemiş; demir plakaları oyup, içine de kömür koyarak tüm zamanların en etkili işkence aletinin evrimine katkıda bulunmaya devam etmişler. Gel zaman git zaman, sıcağı yetmiyormuş gibi altından bir de buharlar çıkan canavar, günümüzdeki formuna kavuşmuş...

Bitmesi mucize ütü gecesinde, belli bir seviyeye erdikten sonra Alice harikalar diyarında gibiydim. Kırışıklığın kötü olduğu ve bunu düzeltmek gerektiği fikrini ilk hangi sivri zekalı insan akıl etmiş de insanlığı peşinden sürüklemişti acaba?. Belki bunu hiç yapmamış olsa, bizler bir şekilde kırışık olmayanın kötü olduğunu düşünebilirdik. Yaklaşık 1 saat değil harikalar diyarı, diyar diyar gezdim, tarihin en büyük sorusuna vardığımda vakit bir hayli geç olmuştu ve dalıp tüm ütülenecekleri bitirmiştim. 

'DOĞRU' Kime göre, Neye göre Doğru?

Vardığım noktada iç dünyamda, ütü ile sonsuza kadar yalnız kalabileceğimizi anladığım anda duruma mutlu bir son bulup uyudum.

Kırışıklıkları ilk düzeltmeye çalışan, ütüyü bulan kimlerse, söylenecek çok söz yok; işgüzarlar efendim!!...

8 Ağustos 2014 Cuma

Severim - Ansiklopedi



Geçenlerde benim kadar hayata meraklı olduğunu bildiğim değerli arkadaşımın evinde, çok tanıdık bir sima ile karşılaştım. Bu çocukluğumdan kalan dost sima, elini çenesinin altına koyup düşünen bir çocuk yüzüydü...

Ömrü boyunca etrafa meraklı gözlerle bakan ben, okumayı öğrendikten sonra artık başkalarına soru sormayı bırakıp, cevapları kendi başıma bulabilecektim. İşte bu dost yüz sayesinde artık birlikte soru soruyor, birlikte cevap alabiliyorduk.

1.cilt:neden,niçin?
2.cilt:bu nedir?
3.cilt:bu nasıl çalışır?
4.cilt:ne nerededir?
5.cilt:kim kimdir?
6.cilt:ne olacağım?
7.cilt:bugün ne oldu?
8.cilt:söyle nasıl?

Soruların yanlarında o yaşta bir çocuğun kesinlikle ilgisini çekebilecek resimler ve cevapları olurdu. Şimdi dönüp bakıldığında komik ve garip geleceği malum ama o yaşlar için uzayda yolculuk etmek gibi bir şeydi. Eee o yaşta "Balıklar suda nasıl nefes alır?" hayal gücünü zorlayan büyük bir soru işaretiydi.. 

Sorulara verilen açıklamalar kısaydı ve cevaplar başka sorular sormaya teşvik ediyordu. Radyonun içinde küçük insanlar olabileceği düşünülen yaşlarda benim gibi dokunulmaya korkulan tüm elektrikli aletlerin içini açıp kurcalayan bir çocuksanız bu sorular sizi yaa çok konuşkan yapar ya çok sesiz, bende etkisi ise şu günümden aşikar sanırım...


Bu seri bittiğinde evdeki "Hayat" ansiklopedilerini keşfettim. Bir nevi level atlamış gibiydim. Önümde daha zorlu bir yol vardı, anlatım daha ağırdı ve resimler azalmaya en azından ciddileşmeye başlamıştı. Cilt cilt aklımın erdiğince oturup onları da okudum. Bitiminde artık sorular daha da fazlalaştı, sorulara bulduğum cevaplar beni daha aç bir kurt haline getiriyordu. Vee iki kalın ansiklopedi ile daha tanıştım, zamanın dönem ödevleri için de kaynağım onlar oldu. "Dünya Ansiklopedisi" ve "Türkiye Ansiklopedisi"  içinde kullanılan resimleri hatırlamıyorum, demek ki dönemin Cumhuriyet Gazetesi gibi bir şeydi, sadece okunmak için vardı...

Yaş ilerledikçe Britannica, AnaBritannica, Büyük Larousse, Meydan Larousse vb... geldi de geldi... Hiçbirini oturup okumadığım gibi de diğerleri gibi doyurucu olduğunu düşünmedim. Belki internet ve bilgisayarla ufak ufak flört etmemizin etkisi vardı.

Bu flört önce aşka sonra çok tutkulu bir aşka dönüştü artık eski dostlarım ansiklopedileri gözüm görmemeye başlamıştı. Bir kenarda durmalarına gönlümüz razı olamadığından o yıllarda benim gibi hayata meraklı çocuklara cevap olsun, sorusu olmayanlara ise soru işareti olsun diye Doğu'ya başka kardeşlerimize gönderdik.

İnternetle olan tutkulu aşkımız devam ediyor, google gibi çılgın bir arama motoruna sahibiz ancak bu sefer bulunan her bilgi doğru değil, bu da bir oyun gibi; en doğru olanına ulaşmayı sağlamak içimdeki çocuğu hala eğlendiriyor...

Artık pek sık yaptığımı söyleyemem ama hala bir kütüphane görürsem girerim. Hatta yeri gelmişken de topraklarımızda Avrupa daki örneklerine benzetmeye çalışılarak kurulan ilk kütüphane olan Beyazıt Devlet Kütüphanesine bir gün yolunuzu  düşürmenizi tavsiye ederim. Vaktinde ahırken 1884 yılından beri kütüphane olarak hizmet vermekteymiş. http://www.beyazitkutup.gov.tr/index.php

İnternet müthiş bir kaynak evet ama okuma alışkanlığının ne olursa olsun çocuklara kitaplardan aşılanması, kütüphanelere hala gidip araştırma yapılmaya teşvik edilmesi taraftarıyım.

Umarım çocuklarımızın cevaplarını bizim bilemeyeceğimiz binlerce sorusu olur ve cevaplarını aramak için yolculukları en az bizim kadar keyifli olur....


1 Ocak 2014 Çarşamba

Sevmem - Kültürü es geçme..

kaynak: http://www.fotokritik.com/687759/balat
 
Son iki yıldır fotoğrafa olan uzak yakın ilgimle özellikle İstanbul'un çeşitli semtlerinin kültür zenginlikleri konusu beni içine çekmeye başladı. Pinterest'te İstanbul ile ilgili bir boad açtım ve kurcalamaya başladım. Camdan cama çamaşır asılmış sokaklar, hala ahşap evlerin olduğu mahalleler, birbirinden farklı dinlere mensup insanların özellikle tercih ettiği semtler, zamanında bambaşka kültürlerden gelenlerin inşa ettiği heybetli yapılar, gecekondular (ve neden gece kondular?)hala çocuk oyunlarının oynandığı dar sokaklar, elitist denilebilecek sakinlerin yaşadığı mahalleler,  hatta yaygınlaşmaya başlayan residence kültürü.. Genelde takipçileri yabancıydı ve ilgi duydukları Nişantaşı ya da Bağdat caddesi gibi yerler değil kültür kokan semtlerin kareleriydi. Mozaikler, işlemeler, Balat ve Dolapdere, Şişhane, Pera sokakları, boğaz, çiniler vs.. ilgilerini çekti.. (Görmek için

İçine girdikçe dahasını istedim, nedenini kurcaladım.  
 
Farklı kültürlerden gelmiş olmanın sonucu insanların şehre kattıkları renklerle ilgilenmeye başladım. Şehir yaşantısında bazı kesimlerin belki dışladığı, belki görmezden gelmeyi uygun buldukları mahalleler ve insanları buna dahildi. Her zaman vurguladığım gibi 'farklılıkların zenginlik olduğunu' düşünmeye başlayalı benim için uzun zaman geçmişti.
 
Ardından şehir planlaması, kentsel dönüşüm vs. konularına ister istemez yöneldim. Doğru olan nedir? Sorusunu sordum ki aynı zamanda konu ile ilgili panelleri takip etmeye, işin uzmanı insanların konuşmalarını dinledim. Burada kentsel dönüşüm konusuna çok değinmeyeceğim çünkü bu gerçekten derinlemesine incelenmesi gereken bir konu, zaten bunu gönülle yapan çok derneğe de bu süreçte rastladım ancak tabii ki bir yere bağlayacağım için tüm buları da es geçmeden anlattım.. Böylesi büyük bir kentte semtlerin kendine ait bir dokusu olmasının zenginliği.. Üzerinde bunca kültürün soluk aldığı bir metropolde tekleşmeye çalışmanın saçmalığı..
 
Peki neden sevmem- Yalıkavak Marina?
 
Tüm bunların ilgimi cezbettiği bir sırada canım Bodrum'a da her yaz olduğu gibi yolum düştü. Yalıkavak Marina yüz değiştirmişti. Şaşkınlıkla yürüdüm her ayrıntısında.. O minik, modern, şirin sahil yerleşimi başka bir şey olmuştu.
 
Marina 2011'de sima değiştirmeye başlamış ve adı Palmarina olmuştu. Bugün gittiğinizde dünya jet setinden ünlü simaları da görebileceğiniz yeni marina projesi gerçekten Bodrum'un eksenini bu yıl Yalıkavak'a kaydırmıştı. İçinde metresini tahmin edemeyeceğim büyüklükte yatlar, megayatlar, Helikopter pisti ve birbirinden gözde mekanlar vardı.
 
Marina'nın çevre halka, Bodrum'a hatta Türkiye'ye katkısının olduğu da tahmin edilebilir bir gerçek.
 
Peki sorun ne?
 
Sorun şu ki emek verenlerin ellerine sağlık ama bir şeyi unutmuşlar o mekan Bodrum'a ait gibi olmamış başka bir ülkeden oraya getirip tepeden koymuşlar gibi olmuş. Dedim ya biz kültürü derin bir ülkenin çocuklarıyız, isterdim ki Bodrum'a ait izler olsun mekanın her yerinde..
 
Marinanın her yerinde Bodrum'u en güzel simgeleyen begonvilleri görmek isterdim mesela, Yalıkavak'ı simgeleyen yel değirmenlerini, dünyanın 2. büyük Sualtı arkeoloji müzesinin bulunduğu Bodrum kalesi, Halikarnasos'u, İlhan Berk'i, Halikarnas Balıkçısını, Neyzen Teyfik'i ne bileyim belki Zeki Müren'i.. Adı Bodrum ile anılan, Bodrum'u Bodrum yapan her şeyi görmek istedim. Belki Bodrum evlerinin tasarım ilhamı olduğu çöp kutuları, hizmet veren bir mağazanın tavanında Bodrum mozaikleri görmek istedim belki Bodrum ayrıntıları yerleştirilseydi minik minik etrafa ve altlarına her dilden açıklamalar konulsaydı mesela..
 
Palmarina çok güzel olmuş ama bence henüz oraya ait gibi gibi olmamış. 
 
Bizim yıkıntı gözüyle baktığımız tarihi, kültürel değerlerimize dünyanın öbür ucundan karelemeye heyecanla geliyorlar, biz başka bir ülkeye gittiğimizde oralara ait özgünlükleri arıyoruz, büyüleyen ve farklı gelen de onlar oluyor. 
 
Yazdan beri içimde tutup ancak dillendirebildim, sizce de biraz daha ruh daha dikkat çekici olmaz mı?