18 Kasım 2015 Çarşamba

Severim - Dr Jekyll & Mr Hyde


Oldum olası pek sevdiğim, içimizdeki iyi ve kötünün ayrımının en etkili alegorisi "Dr. Jekyll & Mr. Hyde" ile ilk tanışmam daha çocukken duvara toslamama sebep olmuştu. Kitabını okumamıştım, yukarıda İngilizce linkini bulabildğim çizgi filminin yumuşak anlatımına rağmen yine de üzerimde çok etkisi olmuştu.
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson tarafından 1886 yılında yazılmış ancak günümüze kadar çok kereler sinema, tiyatro, dizi uyarlaması yapılmış hatta yeni eserlere ilham kaynağı olmuştur. Bir eserin bugün hala dizisi yapılıp satılabiliyorsa sebebi tabii ki doğru yerden yakalamış olmasıdır. İçimizdeki "iyi" ve "kötü"... Zaman zaman üstüne ne kadar gelse de bu savaş, dünyanın en vahşi, ilk ve en uzun savaşıdır.
Hakim olabilmek eğer elinizdeyse, aynaya daha sık bakıp yaptığınız sorgulamanın sonucunda kendinizi tanıyamıyorsanız lütfen el frenini çekip, sakince içinizdeki Dr. Jekyll gelene kadar bekleyin!
Konu üzerine söylenecek söz çok ancak yumuşak ve güçlü sesiyle sözü Okan Bayülgen'e bırakmayı uygun görüyorum. Kitabı ondan dinleyip, kararı kendiniz verin. 
https://soundcloud.com/search?q=Dr.%20Jekyll%20ve%20Mr.%20Hyde
Kendi savaşımızda durum nedir, son skor hangisine yazıldı?


30 Mart 2015 Pazartesi

Severim.. Sözleri Anlaşılmayan Şarkılara Söz Yazmak



Dilini hiç bilmediğin halde seni çok ama çok derinden etkileyen şarkılar hiç olmadı mı?

Bu sorunun cevabına "hayır" diyenlerin yazının devamını getirmesine gerek yok çünkü yazı bunun üzerine kurulu bir tavsiye ile ilgili.

Müzik hissedilerek dinlenildiğinde öylesine etkileyici ve sarsıcı bir etken ki tek başına zaten kafi miktarda yeterli. Ancak bazı şarkılar var ki sözler olmasa, hıııımmm olmasa da olur tadında.. Hem sözün, hem müziğin, hem sesin sınırları zorladığı şarkılar ise zaten mükemmel birleşim.

Yıl 1998 ablam eve bir kaset ile geldi. Sürekli ama sürekli onu dinliyordu. İlk defa duyduğum bir isimdi ancak şarkıları birbirinden güzel tınılara sahipti; yani o yaşta konu üzerine söyleyecek çok şeyim yoktu, sadece dinlediğimde farklı bir şeylerin kulağımı okşadığını fark etmiştim ve bu hoşuma gidiyordu. 

Goran Bregović - Ederlezi (Derleme/ Seçki) (Mart 1998)

Goran Bregovic, Emir Kusturica imzalı çok başarılı filmlerin yine kendisine yakışacak başarıda müziklerine imza atan kişiydi ve bu albümde de o filmlerin seçme müzikleri vardı.

Balkan müziğine kafamı çevirip bakmamı sağlayan bu beyefendinin bahsettiğim kasetinde bir şarkı vardı ki sözlerini anlamadığım bir şarkı ancak benim için bu kadar anlaşılır olabilirdi. O kadar derin ve tanıdıktı ki evet sözlerini anlamıyor ancak biliyordum gibi.. Belki yine savaştan bahsediyordu, bilmiyorum ama ben hayalgücümü kullanarak çevirdiğimde kendi savaşımdan ve huzurumdan bahsediyordum. 


Belki gerçekten o ünlü ressamın resmettiği gibi ya da şairin dediği gibi bir kadının ayakları suya değiyordu usulca. Müzik aynı anda birden çok sahneyi aklıma düşünüyordu, nereye baksam başka bir şey görebiliyordum. "Ausencia" bence bir kadındı ve bu onun biraz hüzünlü ancak güçlü hikayesiydi. Evet bahsettiğim şarkının adı "Ausencia" idi... Şarkının hayalimdeki değil de dilimize çevrilmiş gerçek sözleri ise;

Ah kanatlarım olsaydı.
beni uzaklara uçurabilecek..
Ah bir ceylan olsaydım..
hiç yorulmadan koşacak..
Sonra göğsünde uyusaydım,

gün doğana dek..
Ve yokluğun&yokluğum artık gerçeğimiz olmaktan çıksaydı..
Ama sadece düşüncelerimde korkusuzca gidebiliyorum..
Ve özgürlüğüm..
Sadece düşlerimde benimle..
Sadece düşlerimde güçlüyüm..
Senin koruman,
senin sevgin,
gülümsemen..
Sadece düşlerimde..
 
Ah yalnızlık..
Gökyüzünde güneş de yapayalnız,
Sadece parlamıyor,
ışıltısıyla kor de ediyor..
nereye parlayacağını bilmediğinden..
bilmediğinden nereye gideceğini..


 Ülkemizin birçok yerinde konserler vermiş Bregovic, Sezen Aksu'nun başını çektiği birçok ünlü şarkıcının da kendi şarkılarının coverlarını yapmasına fırsat sunmuştur. İşte bahsi geçen "Ausencia" parçasını da Sezen Aksu "Söz Bitti" adı ile cover yapmıştır. Cover güzeldir güzel olmasına da aslı gibi etkileyici olamamıştır. 

Sezen Aksu'nun "Düğün ve Cenaze" albümü müzikleri tamamen Goran Bregovic'e aittir.
Albüm şarkıları belki tanıdık gelir: "O Sensin", "Allah'ın Varsa", "Kasım Yağmurları", "Hıdrellez", "Düğün", "Erkekler", "Gül", "Helal Ettim Hakkımı", "Ayışığı", "Kalaşnikof"

Üzerine oturup bir şeyler yazma gereği duyduğum ve ısrarla severim dediğim şarkıyı lütfen dinle. Senin sözlerini hiç bilmeyip, dinlerken kendinden geçtiğin şarkılar neler?








3 Mart 2015 Salı

Severim: Müslüm Gürses



2004 yılında Kilyos'ta Solar Beach'de yapılan "Rockİstanbul" festivali, nedense çoğuna gitmiş olmama rağmen benim için en keyiflilerindendi. Faithless, Starsailor, Anathema gibi isimlerin yanında bir isim vardı ki tek düşündüğüm bunun bir şaka olmasıydı: Müslüm Gürses..

Söylediği müzik tarzı, sözler, tezlere konu olmuş olan hitap ettiği jiletli kitle ile Müslüm Gürses o zamanlar için pek çekici bir isim değildi ve biz sınıflandırmayı, konumlandırmayı bize öğreten bir şehir kültüründe büyümüştük. Herkes kategorize edilir ve bir sepetin içine atılırdı.

İsmi duyduğumda "öteki" olan Müslüm Gürses'in Rock festivalinde şarkı söyleyeceği gerçeği o dalga geçmiyorum bizler için sadece büyük bir şakaydı. Bunu o zaman kim düşündü bilmiyorum ama tebrik ediyorum çünkü bizdeki bir ön yargının yıkılmasına önayak oldu.

Aslında benim sonradan öğrendiğim aslında öncesinde bir değişim yaşanmaya başladığı için Müslüm Baba festivale kadar taşınmıştı. Önce bir pop şarkısı yorumlamış "Son Pişmanlık" ve ardından "Paramparça" gelmişti.

Yıl kaç hatırlamıyorum ancak asla arabesk müzik dinlemeyeceğinden emin olduğum bir arkadaşımın arabasına bindiğimde tüm yol boyunca bana Müslüm Gürses dinletmişti, şaşkınlıklar içindeydim. Kategorize etmeye o kadar alışmışız ki "o, onu dinleyemez!" bu düşünce tarzı şimdilerde öylesine komik ve saçma geliyor ki..

Bana dinlettiği albüm 2006 Nisan'nında Murathan Mungan'ın seçtikleriyle Müslüm Gürses: Aşk Tesadüfleri Sever albümü. Gerçekten hala tamamını dinlemeyenler için şiddetle tavsiye edebileceğim bir albümdür ki içindeki şarkılardan bazılarını hala özellikle arada açıp büyük keyifle dinlediğimi söyleyebilirim.


Bu bahsettiğim tabii ki zaman içinde onu tanımamda kendi periyodum, aralarda kaçırdığım ve bilmediğim ayrıntılar tarihin sayfalarında.

Zor bir hayat yaşamış Müslüm Gürses doğduğu coğrafya ve hayatının gidişat yönü dolayısıyla arabesk müzik ile kendini ifade edebilme imkanı bulmuştur. Eğer bambaşka bir hayata gözlerini açmış olsaydı belki Türkiye'nin en iyi rockerlarından biri olacaktı ya da harika bir blues sanatçısı olacaktı, kim bilir? Ki olmaması da çok iyi olmuş bir yandan çünkü onu besleyen, zenginleştiren arabeskmiş.

Bir dönem geldi Türkiye'nin Leonard Cohen'i diye bile anıldı. O yaşta kendini bambaşka bir yere taşıdı Müslüm Gürses. Ona, ağzında gümüş kaşığı ile doğmuş tüm sanatçılardan, cesareti eksik olduğundan kendini tekrar etmeye mahkum müzisyenlerden, bu coğrafyada dünyaya gelip ne olduğunu bile anlamaya çalışmadan"ığğ arabesk mi iğrenç" diyen kendini bir ömür bilemeyecek insanlardan daha çok saygı duyuyorum. Bravo Müslüm Gürses, bu toprakların parmakla gösterilebilecek karakterlerinden birisin bence.. Kategorize etmeden sadece sanatı dinleneme ve müzikte özgürleşmeme vesile olanlardan biri olduğun için çok teşekkürler, sanırım benim için bir ömür özel kalacaksın Müslüm Gürses..

Türkiye'de garip ön yargılar sebebiyle dinlediği müzikten utanan insanlar vardır ve bu yazıyı okuyan çoğu insanın da öyle olduğunu biliyorum. Dinlediğim müziği en ayıplanabilecek ortamlarda dile getirmiş olan ben o ortamlarda sadece zikretme cesareti olmayan insanlar olduğunu hep bildim ve gözgöze gelip gülümsedim. Dedim ya nice Müslüm ve Kibariye'ler bu topraklarda yetişsin de ortamların en ayıplananı olmaya zaten çoktan razıyım sanırım...

19 Ağustos 2014 Salı

Sevmem - ÜTÜ


Boyum kadar birikmiş yıkanmış kıyafet, çarşaf vs. ütülemek zorunda kaldığım an yani dün gece, yine hayatın en kuvvetli sorgulamalarının  birinde bulmuştum kendimi... Bu sorgulamada ütü tabii ki sadece bir dürtücü etkendi. 


Ütülü gömleği yeniden ütüleyerek kırışık hale getirebilecek seviyede kabiliyetli(!) olduğum bu konuda, zamanlamanın bir Ağustos yazı olması unutulmaz bir deneyimi de beraberinde getirdi...

Tarih içinde evrim geçirmiş olan bu küçük ev aleti, bizler için baktım 17. yüzyılda doğmuş, doğmaz olaymış...  Aman yanlış anlaşılmasın 17. yüzyılda saplı demir halindeki formu ile doğmuş, yoksa öncesinde taştır mermerdir kırışıklık gidermek için ne akla hizmet ise kasmış durmuş insanlık.. Yetmemiş; demir plakaları oyup, içine de kömür koyarak tüm zamanların en etkili işkence aletinin evrimine katkıda bulunmaya devam etmişler. Gel zaman git zaman, sıcağı yetmiyormuş gibi altından bir de buharlar çıkan canavar, günümüzdeki formuna kavuşmuş...

Bitmesi mucize ütü gecesinde, belli bir seviyeye erdikten sonra Alice harikalar diyarında gibiydim. Kırışıklığın kötü olduğu ve bunu düzeltmek gerektiği fikrini ilk hangi sivri zekalı insan akıl etmiş de insanlığı peşinden sürüklemişti acaba?. Belki bunu hiç yapmamış olsa, bizler bir şekilde kırışık olmayanın kötü olduğunu düşünebilirdik. Yaklaşık 1 saat değil harikalar diyarı, diyar diyar gezdim, tarihin en büyük sorusuna vardığımda vakit bir hayli geç olmuştu ve dalıp tüm ütülenecekleri bitirmiştim. 

'DOĞRU' Kime göre, Neye göre Doğru?

Vardığım noktada iç dünyamda, ütü ile sonsuza kadar yalnız kalabileceğimizi anladığım anda duruma mutlu bir son bulup uyudum.

Kırışıklıkları ilk düzeltmeye çalışan, ütüyü bulan kimlerse, söylenecek çok söz yok; işgüzarlar efendim!!...

8 Ağustos 2014 Cuma

Severim - Ansiklopedi



Geçenlerde benim kadar hayata meraklı olduğunu bildiğim değerli arkadaşımın evinde, çok tanıdık bir sima ile karşılaştım. Bu çocukluğumdan kalan dost sima, elini çenesinin altına koyup düşünen bir çocuk yüzüydü...

Ömrü boyunca etrafa meraklı gözlerle bakan ben, okumayı öğrendikten sonra artık başkalarına soru sormayı bırakıp, cevapları kendi başıma bulabilecektim. İşte bu dost yüz sayesinde artık birlikte soru soruyor, birlikte cevap alabiliyorduk.

1.cilt:neden,niçin?
2.cilt:bu nedir?
3.cilt:bu nasıl çalışır?
4.cilt:ne nerededir?
5.cilt:kim kimdir?
6.cilt:ne olacağım?
7.cilt:bugün ne oldu?
8.cilt:söyle nasıl?

Soruların yanlarında o yaşta bir çocuğun kesinlikle ilgisini çekebilecek resimler ve cevapları olurdu. Şimdi dönüp bakıldığında komik ve garip geleceği malum ama o yaşlar için uzayda yolculuk etmek gibi bir şeydi. Eee o yaşta "Balıklar suda nasıl nefes alır?" hayal gücünü zorlayan büyük bir soru işaretiydi.. 

Sorulara verilen açıklamalar kısaydı ve cevaplar başka sorular sormaya teşvik ediyordu. Radyonun içinde küçük insanlar olabileceği düşünülen yaşlarda benim gibi dokunulmaya korkulan tüm elektrikli aletlerin içini açıp kurcalayan bir çocuksanız bu sorular sizi yaa çok konuşkan yapar ya çok sesiz, bende etkisi ise şu günümden aşikar sanırım...


Bu seri bittiğinde evdeki "Hayat" ansiklopedilerini keşfettim. Bir nevi level atlamış gibiydim. Önümde daha zorlu bir yol vardı, anlatım daha ağırdı ve resimler azalmaya en azından ciddileşmeye başlamıştı. Cilt cilt aklımın erdiğince oturup onları da okudum. Bitiminde artık sorular daha da fazlalaştı, sorulara bulduğum cevaplar beni daha aç bir kurt haline getiriyordu. Vee iki kalın ansiklopedi ile daha tanıştım, zamanın dönem ödevleri için de kaynağım onlar oldu. "Dünya Ansiklopedisi" ve "Türkiye Ansiklopedisi"  içinde kullanılan resimleri hatırlamıyorum, demek ki dönemin Cumhuriyet Gazetesi gibi bir şeydi, sadece okunmak için vardı...

Yaş ilerledikçe Britannica, AnaBritannica, Büyük Larousse, Meydan Larousse vb... geldi de geldi... Hiçbirini oturup okumadığım gibi de diğerleri gibi doyurucu olduğunu düşünmedim. Belki internet ve bilgisayarla ufak ufak flört etmemizin etkisi vardı.

Bu flört önce aşka sonra çok tutkulu bir aşka dönüştü artık eski dostlarım ansiklopedileri gözüm görmemeye başlamıştı. Bir kenarda durmalarına gönlümüz razı olamadığından o yıllarda benim gibi hayata meraklı çocuklara cevap olsun, sorusu olmayanlara ise soru işareti olsun diye Doğu'ya başka kardeşlerimize gönderdik.

İnternetle olan tutkulu aşkımız devam ediyor, google gibi çılgın bir arama motoruna sahibiz ancak bu sefer bulunan her bilgi doğru değil, bu da bir oyun gibi; en doğru olanına ulaşmayı sağlamak içimdeki çocuğu hala eğlendiriyor...

Artık pek sık yaptığımı söyleyemem ama hala bir kütüphane görürsem girerim. Hatta yeri gelmişken de topraklarımızda Avrupa daki örneklerine benzetmeye çalışılarak kurulan ilk kütüphane olan Beyazıt Devlet Kütüphanesine bir gün yolunuzu  düşürmenizi tavsiye ederim. Vaktinde ahırken 1884 yılından beri kütüphane olarak hizmet vermekteymiş. http://www.beyazitkutup.gov.tr/index.php

İnternet müthiş bir kaynak evet ama okuma alışkanlığının ne olursa olsun çocuklara kitaplardan aşılanması, kütüphanelere hala gidip araştırma yapılmaya teşvik edilmesi taraftarıyım.

Umarım çocuklarımızın cevaplarını bizim bilemeyeceğimiz binlerce sorusu olur ve cevaplarını aramak için yolculukları en az bizim kadar keyifli olur....


1 Ocak 2014 Çarşamba

Sevmem - Kültürü es geçme..

kaynak: http://www.fotokritik.com/687759/balat
 
Son iki yıldır fotoğrafa olan uzak yakın ilgimle özellikle İstanbul'un çeşitli semtlerinin kültür zenginlikleri konusu beni içine çekmeye başladı. Pinterest'te İstanbul ile ilgili bir boad açtım ve kurcalamaya başladım. Camdan cama çamaşır asılmış sokaklar, hala ahşap evlerin olduğu mahalleler, birbirinden farklı dinlere mensup insanların özellikle tercih ettiği semtler, zamanında bambaşka kültürlerden gelenlerin inşa ettiği heybetli yapılar, gecekondular (ve neden gece kondular?)hala çocuk oyunlarının oynandığı dar sokaklar, elitist denilebilecek sakinlerin yaşadığı mahalleler,  hatta yaygınlaşmaya başlayan residence kültürü.. Genelde takipçileri yabancıydı ve ilgi duydukları Nişantaşı ya da Bağdat caddesi gibi yerler değil kültür kokan semtlerin kareleriydi. Mozaikler, işlemeler, Balat ve Dolapdere, Şişhane, Pera sokakları, boğaz, çiniler vs.. ilgilerini çekti.. (Görmek için

İçine girdikçe dahasını istedim, nedenini kurcaladım.  
 
Farklı kültürlerden gelmiş olmanın sonucu insanların şehre kattıkları renklerle ilgilenmeye başladım. Şehir yaşantısında bazı kesimlerin belki dışladığı, belki görmezden gelmeyi uygun buldukları mahalleler ve insanları buna dahildi. Her zaman vurguladığım gibi 'farklılıkların zenginlik olduğunu' düşünmeye başlayalı benim için uzun zaman geçmişti.
 
Ardından şehir planlaması, kentsel dönüşüm vs. konularına ister istemez yöneldim. Doğru olan nedir? Sorusunu sordum ki aynı zamanda konu ile ilgili panelleri takip etmeye, işin uzmanı insanların konuşmalarını dinledim. Burada kentsel dönüşüm konusuna çok değinmeyeceğim çünkü bu gerçekten derinlemesine incelenmesi gereken bir konu, zaten bunu gönülle yapan çok derneğe de bu süreçte rastladım ancak tabii ki bir yere bağlayacağım için tüm buları da es geçmeden anlattım.. Böylesi büyük bir kentte semtlerin kendine ait bir dokusu olmasının zenginliği.. Üzerinde bunca kültürün soluk aldığı bir metropolde tekleşmeye çalışmanın saçmalığı..
 
Peki neden sevmem- Yalıkavak Marina?
 
Tüm bunların ilgimi cezbettiği bir sırada canım Bodrum'a da her yaz olduğu gibi yolum düştü. Yalıkavak Marina yüz değiştirmişti. Şaşkınlıkla yürüdüm her ayrıntısında.. O minik, modern, şirin sahil yerleşimi başka bir şey olmuştu.
 
Marina 2011'de sima değiştirmeye başlamış ve adı Palmarina olmuştu. Bugün gittiğinizde dünya jet setinden ünlü simaları da görebileceğiniz yeni marina projesi gerçekten Bodrum'un eksenini bu yıl Yalıkavak'a kaydırmıştı. İçinde metresini tahmin edemeyeceğim büyüklükte yatlar, megayatlar, Helikopter pisti ve birbirinden gözde mekanlar vardı.
 
Marina'nın çevre halka, Bodrum'a hatta Türkiye'ye katkısının olduğu da tahmin edilebilir bir gerçek.
 
Peki sorun ne?
 
Sorun şu ki emek verenlerin ellerine sağlık ama bir şeyi unutmuşlar o mekan Bodrum'a ait gibi olmamış başka bir ülkeden oraya getirip tepeden koymuşlar gibi olmuş. Dedim ya biz kültürü derin bir ülkenin çocuklarıyız, isterdim ki Bodrum'a ait izler olsun mekanın her yerinde..
 
Marinanın her yerinde Bodrum'u en güzel simgeleyen begonvilleri görmek isterdim mesela, Yalıkavak'ı simgeleyen yel değirmenlerini, dünyanın 2. büyük Sualtı arkeoloji müzesinin bulunduğu Bodrum kalesi, Halikarnasos'u, İlhan Berk'i, Halikarnas Balıkçısını, Neyzen Teyfik'i ne bileyim belki Zeki Müren'i.. Adı Bodrum ile anılan, Bodrum'u Bodrum yapan her şeyi görmek istedim. Belki Bodrum evlerinin tasarım ilhamı olduğu çöp kutuları, hizmet veren bir mağazanın tavanında Bodrum mozaikleri görmek istedim belki Bodrum ayrıntıları yerleştirilseydi minik minik etrafa ve altlarına her dilden açıklamalar konulsaydı mesela..
 
Palmarina çok güzel olmuş ama bence henüz oraya ait gibi gibi olmamış. 
 
Bizim yıkıntı gözüyle baktığımız tarihi, kültürel değerlerimize dünyanın öbür ucundan karelemeye heyecanla geliyorlar, biz başka bir ülkeye gittiğimizde oralara ait özgünlükleri arıyoruz, büyüleyen ve farklı gelen de onlar oluyor. 
 
Yazdan beri içimde tutup ancak dillendirebildim, sizce de biraz daha ruh daha dikkat çekici olmaz mı?

15 Ocak 2013 Salı

Severim - Erguvan Ağacı





Kütüphanemdeki eski kitapları karıştırırken elime annemden kalma kitaplardan biri geçti "Erguvan Ağacı"... Çocukken kitabı okumuş olmama rağmen kitabı açtığımda burnuma gelen baskın eski kitap kokusunun ardından o heybetli ağacın kokusu geldi... 

Erguvan'nın baskın bir kokusu olmadığını biliyorum hatta kokmuyor olabilir bile.. Nisan (ikinci yarısı) ayında doğanın umutla yeniden ve yeniden uyanışında cesurca salkım saçak açan bu ağaç, mevsimi ve görüntüsü gereği tüm güzel çiçek kokularının karışımını çağrıştırır. Bu durumu daha soyut yaşayan bir çiçek biliyorum, begonvil... Daha önce de söylemiş olduğum gibi bazı çiçekler kokmaz ama sana eşsiz kokuları çağrıştırır. Çekici bir kadın gibi parça parça baktığında güzel olmayan ama bütününde ona neden bakakaldığını anlayamadığın, sana çağrıştırdıkları ile seni büyüleyen... Kokuyu burnunla almazsın ama bilirsin kokmaması imkansızdır...

Burnuma gelen baskın bahar kokusunun ardından İstanbul'da Erguvan mevsimini düşündüm, eşsiz güzelliğiyle Boğaz'da ergen yeşillerin, şen mavilerin arasında kibar, cilveli kadınlar gibilerdir mor, pembe ve magenta renkleriyle... En kuytuda olanı bile aslında ben buradayım diye bangır bangır bağırır...

Ahmet Hamdi Tanpınar  ''Gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvan olmalıdır!'' demiş; çiçek demiş... Erguvan ağaçtır ama bence de dünyanın en kalın gövdeli çiçeğidir ;)

Kuzenimin bahçesinde bir tane vardı ağaç diye kandırılmış bu büyük gövdeli kibar hanımdan, rüzgarlı havaların ardından başımıza konfeti yağardı; sabahları arabaya binerken ah ah hangi romantik bu sürprizi hazırlamış, çiçekler dökmüş yollarımıza der gülerdim.. O romantik, dişi olduğunu düşündüğüm erguvandan başkası değildi!.. 

Erguvan'nın renginin birçok şeye ilham verdiği gerçeği var; İstanbul'un Lale'den önce simgesinin Erguvan olduğu  söyleniyor, Bizans zamanında sarayda soylu kıyafetlerinin rengi erguvan renklerinden nasibini alanlardanmış. Birçok sokak ismine, bence kadına konulması gereken erkek ismine, birçok kitaba, bir otobüs firmasına, mekana, şairlere, ressamlara ilham vermiş erguvan... 

Arada çok duru bulduğum bir sesten "Erguvan zamanı gel bana" diyelim mi? Link'te

Yaptığım ufak çaplı araştırma sonucunda İstanbul'da Erguvan'ların en güzellerini görebileceğimiz yerler; Gülhane Parkı, Abbasağa Parkı, Yıldız Parkı, Türkan Sabancı Parkı, Aşiyan, Emirgan Parkı, Fenerbahçe Parkı, Büyük ve Küçük Çamlıca, Fethi Ahmet Paşa Korusu, Mihrabad Korusu, TEMA-Vehbi Koç Doğal Kültür Merkezi, Beykoz Korusu.. Bilmediklerinizi araştırmanızı ve Nisan sonlarına doğru ziyaret etmenizi tavsiye ederim. İstanbul'da yaşamanın yeterince çilesini çekiyoruz biraz da sefasını sürelim!...

Hormonların hareketlendiği bahar aylarında can bulan bu çiçek aslında bence aşkın da çiçeğidir, aşkın rengini kırmızı sanan şaşkınların aksine en sevdiğim çiçeklerden biri olan mimoza gibi aşk çiçeğidir... Hee bu arada beyaz çiçeklerin masumiyeti simgelediğine de inanmam, nereden çıktı diye düşünmeyin birden aklıma geldi işte :) Gelincik daha masumdur naif, zarif... Bu konuya başka bir yazı yazmam lazım sanırım.

Araştırırken hoşuma giden, paylaşmadan edemeyeceğim Necati Cumali'ya ait bir şiir;

Güneş özlemi

Çeksem kapıyı gitsem
Taşları arasında çimenler biten
Kaldırımlar boyunca gitsem
Açık pencerelerinden beyaz yorganlar görünen
Işıkıi dut gölgelerinden
Fakir mahallelerinin akkavakları
Yalansız suyla güneşle büyüyen
Ordan öte katırtırnakları sarı sarı
Bir erguvanlar vardı
Pembe mi desem deli mi desem

Bu ümit olmasa içimde
Buralarda bir gün beklemem

Şimdi kitaba geri dönüyorum, Erguvan ağacının ön sözünü okurken;

"Erguvan Ağacı... Baharda baştan başa pembe çiçeklerle donanan bu ateş parçası ağaç, bir bakıma, kahkahalarla gülen bir neşe timsalidir. Yalnız, onun, Batı kültüründe çok işlenmiş acı bir hikayesi vardır: İsa'nın havarilerinden Yuda, onu ele verdikten, çarmıha gerilmesine yol açtıktan sonra pişmanlık duymuş, kendini bir ağaca asmış. Ağaç'da dallarında can veren bu adamın alçaklığından dolayı, utancından kıpkırmızı kesilmiş"

İngilizcesini merak edip araştırdığımda "Judas Tree" diye geçmesinin sebebini şimdi daha iyi anlıyorum.. 

Cronin Erguvan Ağacı kitabında, gençlik zamanında yapılan bir hatanın, verilmiş bir sözün sorumsuzca tutulmamasının üzerinden geçen yılların sonunda duyulan pişmanlığı ve hatanın telafi edilmeye çalışılmasının hikayesi anlatılıyor.

Son hikayeden sonra yazının başından beri salınan Erguvan'nın rengi, kokusu biraz değişti değil mi? Utancından kızaran bir ağaç... Bu küçük uyanıştan sonra erguvanın sadece asil, narin, alımlı bir kadın olmasının yanında başkasının hatasından dolayı utanıp kızaran bir kadın olduğunu da düşündüm... Kendim için narin, alımlı gibi naraları kendim atacak değilim ama başkalarının yaptığı hataları bilip, susup gözlerine bakamadığımı bilirim. Erguvan bundan böyle benim için ağaç diye adlandırılmasından hafif maskülen, asil, narin ama heybetli bir dişidir. Bu yazıyı okuyan birçokları gibi... 

Erguvan'a kattığımız bunca ruhtan sonra ruhsuz tanımını okumak için Vikipedi linkine başvurabilirsiniz.

Son olarak, yazımızın konu başlığıyla aynı bir Sezen Aksu şarkısını Link'te vermeden edemeyeceğim. Daha da bir anlamlanmadı mı?
 

 

3 Ocak 2013 Perşembe

Sevmem - Vista




Kullananlar gayet iyi bilir Vista kullanmak ruhu terbiye eden bir şeydir.
Kimseye kullanmayın demem ama ben asla tercih etmem. Sebeplerini teknik olarak buraya yazmayacağım ancak tabii ki karşılaştığım garip hatalardan biraz bahsedebilirim.

Explorer kullanmaktasındır ve yaklaşık 10 siteyi aynı pencerede farklı sekmelerde açmışsındır. Büyük bir araştırma üzerindesindir ve saatlerini almış geri kalan 10 sitedir ve hepsinden derlenemeler yapmaktasındır. aralarından bir site hata verir veeeeee sürpriz tüm açık sekmelerle artık veda vakti gelmiştir.

Ps: Bu yazı yaklaşık 2 yıl önceye aittir, hala Vista kullanıyorum ve bunu bir çeşit "Stockholm Sendromu" olarak nitelendiriyorum. Bir değişiklik var ondan bahsetmek isterim tarayıcımı değiştirdim bir süre Firefox kullandıktan sonra doğru yolu buldum "Chrome"... Her şeyi ile beni tatmin edebildiği gibi application larının bağımlısıyım özellikle fotoğrafla ilgili kullandıklarının...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Severim - Feneryolu



Feneryolu, Bağdat Caddesi'nin Kuzey-Güney diye ikiye kardeşçe böldüğü, Kadıköy sınırları içinde olan huzurlu semtlerden biridir ve evet benim de yaşama şansını bulduğum yerdir...

Az önce kısa bir yürüyüş yaparken yeniden fark ettim ne güzel bir yerde yaşadığımı. İstanbul'un artık kentleşme şeklinin kent, şehir gibi isimlerle sonlanan yaşam alanlarına inat burası hem eski formunu hem de nezihliğini muhafaza edebilmiş.

Takıntılı olduğum samimiyet evet Feneryolu semt sınırları içinde itinayla solunabilir. 

Nereden başlasam diye düşündüğümde aklıma ilk gelen yer Feneryolu Sabit Pazar'ı; çok çeşitli organik ürünleri bulabileceğiniz bu pazar yakın geçmişte Belediye tarafından yenilenmiş ve yeni modern yüzüne kavuşmuştur. Pazar'ın sonunda genelde semtin emekli sakinlerinin tercih ettiği çay bahçesi kıvamında bir cafe vardır. Konumu itibariyle Bağdat Caddesi'ni az biraz yüksekten gördüğünden çayınızı yudumlarken akışı izleyebileceğiniz gibi rahatlıkla yan masanızda bulunan kim bilir yıllarca yaptığı mesleğin derin deneyimini sindirmiş emekli beyefendi ya da hanımefendi ile sohbet edebilirsiniz; hiç çekinmeyin buranın insanları sakin, insancıl, konuşkan ve entelektüeldir.

Evde börek yapanlar iyi bilirler marketlerden alınan yufka kalın ve serttir. Pek lezzetli işler çıkarmanız için incecik, taze açılmış yufkaya ihtiyacınız vardır. Bu semtte halen el mantıları yapan, tiril tiril yufkalar açan yufkacılar hala mevcuttur. Bazılarında köy yumurtası ve süt bile bulabilirsiniz.

Her sokak arasında işinin erbabı terziler vardır. Bu kadar fazla olmasının sebebi ise halen yaşayanların kendi kumaşları ve tarzları ile bedenlerine özel dikilmiş kıyafetleri giymeyi tercih etmeleridir. ayrıca gönül rahatlığı ile yüklü miktarlar ödeyerek aldığınız kıyafetlerinize tadilat yaptırabilirsiniz; denedim sonuç başarılı.

Mahalle bakkalları halen hayatta kalabilmiştir. Ancak bizim sokakta bulunan içeri girdiğimde mis gibi çocukluğum kokan, eski yapısını "nasıl hala koruyabilmiş?" dediğim Bakkal amca geçen yıllarda dükkanını kapadı. Gerçekten hala plastik toplar kapısında asılıydı... Özellikle kapanacağını bildiğimden destek olmak için alışverişimi ondan yapıyordum. Bakkal amcanın halen kağıt üzerinde hesap yaptığını görünce sebebini merak edip sordum; "hesap makinesi kafamı karıştırıyor, bir türlü alışamadım" dedi.
Kullandığım teknolojik aletleri düşündüm ve hep olduğu gibi içten bir tebessümle çıktım. 

Bu arada sanmayın ki büyük marketler yok, fazlasıyla var hatta dünyanın her yerinden markaları bulabileceğiniz gurme markette mevcut. Burada alışkanlıklarına bağlı çok insan yaşıyor ve seçiciler. Olması gerekeni iyi bildiklerinden belkide yufkayı yufkacıdan almayı tercih etmelerinin sebebi.

İnsan ve araba trafiğine yenik İstanbul yollarından erken yorgun düşmüş ayakkabılarınızı işinin ustası ayakkabı tamircisine götürüp yeni alınmış ciciliği ile yeniden yorma imkanına sahip olabilirsiniz.

Feneryolu ulaşım araçları açısından da imkanları geniş bir semt. Zaten Bağdat Caddesi'ne ve Minibüs Caddesi'ne yürüme mesafesi kadar yakın olduğundan rahatlıkla Taksim, Kadıköy vs. bir çok yere her türlü ulaşım aracı mevcut. Tarihi bir tren istasyonu var metrobüse tren ile gitmek keyifli; tren Bostancı ve devam eden semtlere erişim için de pratik bir yöntem.

Balkon kültürü burada hala ölmemiş; kahvaltısından sonra çiçeklerle özenle süslenmiş balkonlarında keyif kahvelerini içen insanları rahatlıkla görebileceğiniz gibi yazın akşam yemeği saatlerinde çatal bıçak seslerine portatif küçük televizyonlardan gelen dedemin tabiriyle ajans şimdilerde haberlerin eşliğinde yürünen sokakları vardır. Türk Sanat Müziği, Jazz rahatlıkla kulağınıza çalınan sesler arasındadır. 

Sakinleri insancıl olduğu gibi hayvanseverdir de. Hep derler ya "Bir semtin hayvanları sizden kaçmıyorsa orada yaşanır" işte Feneryolu öyle bir semttir. Yazın muhtelif yerlerde su ve mama kapları görmenizin çok olağan olduğu bir yerdir burası. Etraf kedi ve köpek doludur hatta bazı ağaçlara özel yapım kuş yuvaları yerleştirilmiştir. Örneğin yaşadığım apartmanda kediler için özel mamalar alan bir hanımefendi var; sabahın 5'inde rahatlıkla kendisini elinde torbası ve etrafında kedileri ile görmeniz mümkündür.

Özgürlük Parkı İstanbul'un bence en büyük ve en bakımlı parkıdır; Feneryolu, Göztepe, Selamiçeşme semtlerinin hepsine komşudur. Çiçekleri renk renk, ağaçları muntazamca budanmış olan bu park içinde tenis, basketbol, futbol sahası vardır. Çocuklar için çeşit çeşit başka yerde rastlayamayacağınız oyuncaklar vardır. Büyük, ferah ve rahat, yemyeşil dinlenme alanı cafeleri vardır. Parkın içinde yürüyüş parkurları da mevcuttur. Hafta sonları parkın belli bir yerinde Antep pazarı gibi geleneksel gıdaları bulabileceğiniz gibi yazın açık hava tiyatroları, konserler için ayrılmış bir amfi tiyatrosu bile vardır. 

Semtte bir kaç spor salonu mevcuttur bunun yanı sıra tenis kulübü de vardır. Çevrede yaşayanların bildiği içinde İstanbul'dan uzak yeşil bir yerlerde hissettiğiniz yeşil cafelere sahiptir. Hatta birinin bahçesinde ahşap bir kulübe vardır ve kulübeyi tam ortasında bulunan büyük bir şömine süsler. Kış aylarında özellikle kar yağarken sıcak şarap ve sucuk ekmek ikramıyla pek keyif verir.

Ayrıca hala yeşil kalabilmiş bu semtte her türlü çiçek, toprak, gübre vs. bulunduğu büyük bir Sera vardır. Balkonlarda bulunan çiçeklerin özeni de sanırım bu sebeptendir.

Kadıköy'ün bir çok semtinde olan özelliklerdir bu anlatırken bile keyif veren ayrıntılar. Genelde bizim yakada oturanlara sorarlar işiniz Avrupa yakasında "o kadar trafik çekilir mi? Taşınsanıza" Bizler buradaki samimiyeti solumadan yaşayamayız ki, başka yerlerde de yaşarız ama hep bir şey eksik kalır.

Hepimiz başka semtlerin ve seçimlerin çocuklarıyız. Ben ailemin benim için yaptığı belki de en iyi seçim sayesinde burada yaşıyorum ve burayı seviyorum. Bazılarımız yabancılaşmayı sevdiğinden kimsenin birbirini tanımadığı büyük siteleri tercih ediyor; gelen misafir öncelikle kapıda yabancısı olduğu güvenlik ile ilişki kurmalı, bazılarımız şehirden uzak yeşil yaşam alanlarını seçiyor, bazılarımız şehrin karmaşasının tam ortasında, bir kısmımız için sadece evinin işine yakın olması yeterli, bizler ise yaşadığımız semt ile birlikte soluk alıyoruz. Şehrin ortasında en güzel yerlerden birinde, birbirine selam veren, huzurlu, yeşil, entellektüel, öğrenci, emekli, çalışan ama aynı havayı birlikte solumayı seven insanlarla.... 


Yaşadığın yer mutlu olduğun yer mi?

 

27 Ocak 2012 Cuma

Severim&Sevmem - Reklamlarda herhangi kullanımı...




Başlıktan çok fazla anlam çıkmadığını biliyorum... Yukarıda paylaştığım "Philips" reklamını izlediğinizde konu hakkında belki ufak ışıltılar beyninizde yansımaya başlayacaktır.

Birçok icat bugüne kadar insanoğlunun rahatı için yapılmadı mı evet yapıldı ama son dönemde firmaların artık çok daha ayrıntıcı davrandığını düşünüyorum. Yukarıda bulunan ürün de bunlardan biri. 

Sabah erken kalkmayı sevmeyenler ya da o korkunç zil sesi ile uyanmanın kabus olduğu konusunda hem fikir olanlar için söylüyorum insanı ufak ufak, tatlı tatlı uyandıran bir ürün. Her gün radyo, saat zili gibi sessizlik içinde birden bire insanı aşırı uyarılmaya maruz bırakan ve kabus etkisi yaratan ürünler yerine en azından sıcak bir seçim. Neyse amacım ürünün reklamı değil aslında ayrıntıdan doğmuş olması.

Basit, sade hayatının içinden düşünmek gerekiyor. Ayrıntılar artık kazananlar listesinin başında. Mobile Applicationlara bakalım mesela birçoğu hayatı kolaylaştıran ve basit mantıkla geliştirilmiş. Kim dinlediği müziğe "aa bu şarkı çok güzel, kimin acaba" demez; sadece şarkının ufacık bir kısmını dinlettiğinizde size videosuna kadar çıkan app'ler var ya da bayanlar için söylüyorum regl periodunu tutan ve hayatı basitçe kolaylaştıran app'ler de var.. Yumurta sayacı; nasıl pişmesini istiyorsan o zamana kuruyorsun. Bunlar sadece bir kaç detay örnek..

Reklamlarda o kadar çok alışmışız ki yakışıklı İtalyan, dondurma yiyen parmak ısırtan seviyede üst sıraları zorlayan sexy kadın, barbie ve ken ile onların sarışın minik boy çocuklarının oluşturduğu örnek ailelerini görmeye... Bu modellerin olmasının da bir amacı var, bilinçaltımızda onlar gibi olmak istiyoruz. Mükemmel kadın o dondurmayı yer, sexy ve güçlü erkek o saati takar...

Rimel reklamında ki ürünün kirpiği besleyip uzattığı falan iddia edilen reklamda takma kirpikli kadın görmek istemiyoruz, saç çıkardığı iddia esilen reklamda sonrası kısmında photoshopla tepeye eklenmiş saçlar da istemiyoruz. Estetik kaygılar sebebi ile kullanılan düzeltme hamlelerine, filtrelere kesinlikle karşı değilim ama pazarladığın ürün tamamen bunun üzerine kurulu ise hayır biz artık doğal ve gerçekçi olanı istiyoruz. Birilerine benzemek değil kendimiz gibi birilerini görmek istiyoruz.

Bu reklamda sevdiğim bu evet sabah uyandığında kimse makyajlı ve 32 diş meydanda uyanmaz. Uyanan var ise insan üstü olduğunu kabul edip saygı duyarım ayrı.. Türkiye'de de tabiki bunun gibi örnekler var içinde halktan birilerinin olduğu... Aklıma şu bal reklamı geldi mesela.. Tv kanalları içinde geçiş yaparken her defasında rastladığım reklam bana çok itici gelmesine rağmen (tabii ki diğer reklam türlerinden farklı) beyefendi bir hayli hayatın içinden, konuşması vs. ile koyu bir Türk karakteri olduğundan inkar edemeyiz ki inandırıcı ve eminim o ürün satıyor....

 Emir Kusturica 'nın filmlerini bilirsiniz, filmleri ile ilgili bir belgesel izlemiştim. Özellikle yan rollerde oynayan oyuncularının aslında gerçekte de aynı mesleği yaptığının söylendiğini anımsıyorum. Mesela filmde berberi oynayan karakterin aslında gerçek hayatta da berber olduğu gibi.. Tabii ki reklam için bu kadarını beklemiyorum ama onun filmlerini izlerseniz de demek istediğim yakınlığı sanırım anlayabilirsiniz.

Kendimizi bildik bileli bize rol modelleri aracılığı ile sunulan mükemmeliyetçiliği sizce de reklamlarda yeterince izlemedik mi??

19 Ocak 2012 Perşembe

Severim - Tren yolculuğu



Küçüklüğümde tanıdım tren yolcuğunu; annanem (tdk'ya göre anneannem) İstanbul'un bir diğer ucunda otururdu ve ona gidebilmemiz için annemle trene binerdik. Tren seyir halindeyken Florya'da denize girenleri, hemen tren raylarının yanında eski ahşap evlerin olduğu mahalleleri, sokakta yaz sıcağına aldırmadan oraya buraya sıçrayan çocukları... kendim de trenle birlikte bir yandan akarken rayların üzerinde uzun bir filmi keyifle bitirmenin mutluluğuyla tebessümle inerdim trenden. 

Hızlı çekimdi ve yine sahneleri tamamlamak bana kalırdı. Tren bildiğimiz gibi çabuk hareket eder ve topu eline atmak için eyleme geçen çocuğun yakan top oynarken diğer çocuğa isabet ettirip ettiremediğini ancak tahmin edebilirsiniz. Sonrasında öğrendiğim ve aslında gerekli hesaplama ile tutturabileceğim, Yol = Hız*Zaman formülüne her ne kadar beynimize dövme yaptılarsa da üzgünüm hayat içinde kullanmaya ihtiyaç duymadım. Daha çocuğum ama çamaşır asan kadının elinden kayan çarşafı yere düşerken tek kare gördüğümde yere vardığında kirleneceğini bilecek kadar da büyük :)

Aradan geçen yıllarda trene hiç binmedim.. Yıllar bize daha çok araba, tramvay, metro, uçak, deniz otobüsü vs.. gibi yeni ulaşım araçları getirdi. Tren siyah beyaz bir anı olarak kaldı hayatımda. Yıl 2009 ve Eskişehir'e düşen yolumuz bize bambaşka keyifli bir dünyanın kapılanı yeniden araladı. Öylesine keyifli, öylesine rahat ve konforlu bir yolculuktu ki... İçinde bulunan restaurant bizi sıcak ve samimi bir cafe ortamına taşırken bir yandan da aslında kendi yaşadığımız dünyadan koparmıştı. Huzurla ve önceden çizilmiş çizgi üzerinde yol alan bu ulaşım aracı insanı güvende hissettirirken, bir yandan da bir yerlere taşıyordu.

Yıl 2012 yol yine Eskişehir'deydi ve biz yine bu nostaljik yolculukta uzun zamandır bölünmeden yapabildiğimiz bir şey yaptık, birçok istasyonu ile ilgili hayatımızın, başka başka istasyonlarda soluklanarak sohbet ettik..

"Dr. Who" izler misiniz bilmem ama dizi hem geçmişte hem gelecekte geçer ve çok ilkel objeler kullanılarak anlatılır konu... 

Tren; kapıları dokununca açılan, 
uzay gemisinde olduğun hissi veren; ilkel bir araçtır! :)

Okul yıllarımda vapur kullanabildiğim için şanslıydım ama evlerine ulaşmak için yıllarca uzun yol trene binen insanları kıskanacak kadar da şımarığım sanırım. Trenle ilgili güzel bir tavsiye de aldım Eskişehir'li değerli dostumdan; bilet alırken kapı girişlerinden almamaya dikkat et, özellikle gece yolculuklarında. :)

Tren seferlerinin bazılarının kaldırıldığından haberdar olduk bu yolculuk dolayısıyla, umarım sadece yenileştirme çalışmalarıdır ve trenlerin o vazgeçilmez samimiyetini koruyarak yapılır.

Aramızda bir karar aldık ve arada plansız tren yolculuklarına çıkmaya karar verdik. Sizce ilk yolculuk nereye??
 


19 Aralık 2011 Pazartesi

Severim - Görme engelliler için sesli kitap





Geçenlerde reklamına rastladığım bir sosyal sorumluluk projesi ilgimi cezbetti. Daha önce örneklerine rastlamıştım ama bu Boğaziçi Üniversitesi ve Türk Telekom işbirliğince yapılınca, reklamlarının sıklığı ve kullanıcıya ulaşma şekli sebebiyle çok daha etkili oluyor diye düşünüyorum.

Boğaziçi Üniversitesi, Görme Engelliler Teknoloji Laboratuvarı (GETEM) ve Türk Telekom, 200 civarı (şu an tam rakam kaç oldu bilemiyorum) kitabı sesli olarak kaydetmiş ve bunu görme engellilerin faydalanabilmesi için 0 800 219 91 91 numaradan ücretsiz erişime açmış. 

Hizmetten faydalanmak isteyenler, görme engelli olduklarına dair bir raporla GETEM'e başvurarak şifre alabiliyormış. Bir gazete haberinde bu hizmetten okuma tembelliği olanların da faydalanabileceğini okudum da kafamda bir çelişki yarattı. Kendimce onlar ücretli faydalanabiliyordur çıkarımına vardım.

Bu güzel sosyal sorumluluk projesine bir yandan güzelmiş dedim, yeşil ışık yaktım ve sonrasında  aklıma çocukluğum geldi.. Bir devre telefondan masal dinlerdik, Adile Naşit uykudan önce kıvamında, kuzucuklarım sıcaklığında... Daha da eskilere gidince radyo tiyatrosuna kadar gittim. Farklı bir blog konusu belki ama yeri şu an burasıdır... Ne güzel bir şeydi o, hayal etme imkanı verirdi gözlerini kapatınca. Öyle sokaktan geçen adamlar da seslendirmezdi, tanındık, bildik isimler, doğru vurgularla.... Gelen ses efektleri ve bazen uzun tasvirlerle.. Sahneler, dekorlar kendi hayal gücümüze bırakılırdı. 

Bir kaç radyo sanırım ara ara devam ediyormuş da ben rastlamadım.
Görme engeli olmadığımız için biraz daha şanslı olabiliriz, hayatın ve zamanın dayattıkları yüzünden bu şansımız şansızlığa dönüyor da olabiliriz. Sence de artık çoğumuz hayal özürlüyüz değil miyiz?

18 Kasım 2011 Cuma

Severim - Abilerin abisi



Ne zamandı hatırlayamıyorum ama internette sörf yaparken okuyup facebook sayfasına girdiğim bu grup bana  "enteresan" dedirtmişti. 

İçerik şu abilerin abisi diye biri var, sanal bir karakter... Üniversite öğrencileri ufak tefek taleplerini yazıyor; ders notları, pizza, paten, ayakkabı, ütü, saç kurutma makinası, akşam yemeği, otobüs bileti, forma, saat, çanta, gitar, traş makinesi, konser bileti, hesap makinesi vss vss kısa bir süre sonra abilerin abisi kartı ile kapılarına talepleri geliyor...

İlk baktığım zamanlar herhangi bir marka, reklam olmayan bu gruba girdiğimde "Nereden geliyor bu değirmenin suyu" demedim değil..

Şimdilerde baktığımda "CardFinansGo" nun sponsor olduğunu görüyorum. Gençlere hal hatır soran, sınav durumlarını merak eden, indirimler veren hatta okullanın çevresinde bulunan fotokopicilerde adı geçen card aracılığıyla bedava fotokopi imkanı sunan gerçekten mahallenin abisi sevgisi kazanmış bu grup hakkında aslında merak ettiğim şeyler yok değil..

Acaba birilerinin kişisel projesi olarak başladı da sonradan Finansbank fark edip sponsor mu oldu? 
Şimdilerde takip eden sayısı 14,621 olmuş olan grup Finansbank'ın bir projesiydi de önce viral reklam mı yapıldı?


İki şekilde de proje bence çok başarılı! Sosyal medya çok zeki yollardan kullanılmaya başlandı. Sosyal medyayı nasıl kullandığınız tabiki sizi ilgilendirir ama vakit elinizin altında bulunan ve bir anda çok insana ulaşabileceğiniz bu ücretsiz reklam aracından ne kadar verim aldığınızı bence düşünme vaktidir. 

Unutmayın sosyal medya süprizlerle dolu! 

Parmalarınızın ucundaki bu iletişim kaynaklarını sizce doğru kullanabiliyor musunuz? Danışmanlığa açığım ;)) 



20 Ekim 2011 Perşembe

Sevmem - Müzikli internet sitesi


Müzikli internet sitesi mantığını gerçekten anlam verebilmiş değilim...

Sakin bir ortamda internette geziniyorsunuz, etrafınızda insanlar var. 

İş ortamında ya da ne bileyim Starbucks'dasınız...
Sessizliğin hakim olduğu bir yerde öylesine yüksek gürültü ile bir anda müzik başlar ki etrafınızdakilerin sizi magmanın yolunu gösteren bakışlarını takip edemezsiniz çünkü o arada siz çıkan gürültü sebebiyle ya kalp krizi geçirmiş ya da bir süre devam edecek ufak çaplı beyin göçü ile kendinizi Alp'lerde doğadaki tesbih böceklerini inceler halde bulacaksınız.

Bazılarında kapatmak için bir seçenek var ama bazılarında da o bile yok. Siteyi açtınız mı artık dinlemeye mecbursunuz demektir.. Tabiki müziğin konsept oluşturacağı web siteleri için; isteğe bağlı seçim yapabilme (şarkı seçeneği), açıp kapatabilme şansı site ziyaretçisine sunuluyorsa işler değişkenlik gösterebilir. Hatta şıklaştırıp müzik kutusu şeklinde tasarımlar da konsept farklılıklarına uyarlanıp kullanılabilir. 

Mesela kişisel web sitesidir, kişi der ki; "ziyaretçim beni okurken hayatımda dans etmekten en keyif aldığım müzik ona eşlik etsin, hayal edebilsin, hissetsin..." Pek yerinde bir tercih, min. sesle fon müziği oluşturmak... Tabi yine kapatabilme seçeneğinin mevcut olması yerinde olur. ;)

Geçen gün bir otelin web sitesine girdim. Karşılanmam törenle oldu! 
Trompet'in sadece üflemeli değil kulağıma yaptığı basınç yüzünden aynı zamanda vurmalı çalgı olabileceğini kulağımın içindeki narin bünyemin en küçük kemikleri olan çekiç, örs ve üzengi kemiklerimin istemsiz müziğe eşlik etmesiyle anladım.
Müzik son ses açıktı ve kapatabileceğim bir düğme yoktu. O an bilgisarımın sesini kapatamazdım çünkü işim vardı. Sonuca gelelim derseniz siteyi o an dolaşmam gerektiği halde dolaşamadım. 

 İnsanların kendilerince kaş yapma çalışmalarının göz çıkarma sonucuna somut bir örnektir bu müzik hadisesi... 

Eminönü'nde tencere tava satan büyük bir firmanın sahibi işini profesyonel şekilde tüm Türkiye'ye daha da iyi pazarlayabilmek için internet sitesini yenilemek ister. Herşey muntazamca firma için tasarlanır, firma sahibi tabiri caizse kuş kondurmak ister ve kendi zevkinde bir müziğin siteye konulması talebinde bulunur........... Sonucu yorumlamayacağım bu durumun canlı örneklerine kendi sektörlerinizde de tanık oluyorsunuzdur. (Keşke tencere tavadan oluşan bir orkestraya maestro önderliğinde bir video çekip koysaymış ve viral olarak çevirseymiş sosyal ağlarda, neysee)

Lafın özü kişisel tercihleriniz iş hayatında sizin için risk oluşturabileceği gibi benim gibi huysuz insanların da firmanıza antipati duymasına sebep olur.

Eminim bildiğiniz karşılama töreni zengin çok site vardır, var mıdır? :)

9 Eylül 2011 Cuma

Severim - Uyku Vadisi



Bodrum'un sadece beach ve gece hayatından ibaret olduğunu sananlara inat bir seçenek sunmak istiyorum. 
Bu şaşırtan vadiye ilk gidişim 5-6 yıl kadar önceydi. Orada yaşayan bir arkadaşımın "alternatif bir önerim var bugün sizi bir yere götürmek istiyorum" demesiyle yola çıktık. Bodrum'a yaklaşık 25-30 km uzaklıkta Milas-Bodrum kara yolu üzerinde Ağaçlıhöyük Gökçeler sapağından 10 dakikalık uzaklıkta bulunan bu rüya vadisi beni Türk Alice gibi hissettirmişti. 

Bodrum'un güneşten yanmış, sararmış otları ve kurumuş toprakları arasından inadına yemyeşil, inadına sakindi...

Ahşap bir masanın iki yanına oturduk...
Sessiz miydi derseniz evet ama iki ses haricinde; yanımızda usulca yıllara karşı koymuş eski bir Osmanlı su değirmeninden gelen su sesi ve taş plaktan çalınan Türk Sanat Müziği. 
Siparişler alındı... Vadinin içinde alabalık çiftliği var ancak bilen dostlar seçimlerini kuzu tandır ve rakıdan yana kullanınca bir bildikleri vardır elbet diye düşündüm ve evet doğru seçimdi... Servis bakır kapların içinde altında kömürle geldi. Pek et yemeyen ben bile yıllarca tadını unutamadığım bir lezzetle karşı karşıyaydım. Biz yemeklerimizi su sesi ve sanat müziği eşliğinde yerken kuzunun gerçekten ilkel yöntemler ile çevrilerek yapıldığına da şahit olduk. 

O zamanlar Türklerin pek uğrak yeri olmayan bu vadiye, turistlerin parkurlarında gezmek ve mağaraları görmek için akın ediyor olması beni şaşırtmıştı. Vadiden geçen ırmağın suyu, değirmeni hafif hafif döndürürken değirmenin içinden akan buz gibi su ile serinleyenler ve suyun üzerine kurulmuş hamaklarda ruhunu mutluluğa teslim edenlere de imrenmedim değil.

Nam-ı değer Türk Alice ben Bodrum beachlerinde yediğim dandik yemeklere verdiğim paranın yarısını bile ödemeyip maddi ve manevi olarak tacize uğramayarak keyifle evimin yolunu tuttum.
Ayrıntılı bilgi almak için internet sitesini ziyaret edebilirsiniz. 

Bu yaz gitmeye karar verirsen sanırım eşlik edebilirim, ne dersin??


7 Eylül 2011 Çarşamba

Severim - Kırıntı, American Style Pasta


Evimin yakınlığı ve İstanbul'da bir yerden bir yere hafta sonu gitmenin çıldırtan trafik faktörünün keyif kaçırıcı olması sebebiyle tercihim Bağdat Caddesi'dir.

Bu sene daha da büyütülen bahçesi ve Cadde kenarında olmadığından sesten soyutlanması hoşuma gittiğinden tercihim Kırıntı'dır. Huzurlu ve keyifli saatlerimin geçtiği bu şirin mekanın yemekleri gayet başarılıdır.
Bu sefer severim tercihim ise bir tatlı olacak "Kırıntı'dan American Style Pasta".....
Adından da anlaşılacağı gibi porsiyon bir kişinin yiyebileceğinin üzerinde gelir. Tavsiyem yeni tanıştığınız biri ile gittiğinizde paylaşıma açık olduğunuzu belirtmenizdir. Önceden tanıdığınız arkadaşlarınız "yok artık tek başına mı yiyeceksin onu" diyebilme özgürlüğünü kendinde bulurken yeni tanıştığınız kişi ağzı açık sanırım hormanal bir bozukluğu var diye düşünebilir.

Porsiyonu, kremasının hafifliği ve lezzetiyle bu kocaman çilekli pasta beni çocukluğuma götürür. Üzerine çikolata sos benim tercihimdir ama siz ister misiniz bilemem... Yanında çilekli limonata yazın pek güzel gider..
Unutmayın ki o harika porsiyonu mideye indirdikten sonra bir kaç saat gülümseyerek geçecektir.

Denemeye ne dersin?

4 Haziran 2011 Cumartesi

Severim - Finansbank rüzgar reklamı...



Tesadüfen yakaladığım bu reklam uzun zamandır gördüğüm sahte olmayan bir samimiyet içermekte. Sahte olmayan samimiyetin ilginç olduğunu ve aslında anlam karmaşası yaşattığının farkındayım ancak son zamanlarda reklam sektöründe böyle bir stratejinin yürütüldüğünü düşünmekteyim. 

İşte geleneksel ögelerin göze sokulmaya çalışıldığı, 
Acıyı, ağlamayı, merhameti seven yurdum insanının duygularını sallamayı hedefleyen,
Pek samimi görünen aslında sadece duygu sömürüsü ile hedef kitlesini çekmeye çalışan benim tabirimle sahte REKLAMLAR.

"Finansbank reklamını beğendim çünkü çok yaratıcı, çok güzel işlenmiş, sonu harika bağlanmış, geçmişe götürüyor, ilham veriyor, gülümsetiyor hatta inandırıyor."

Son sahneye özellikle yeniden döneceğim, genelde "ee bunun banka ile ne ilgisi var?" dediğimiz reklamlar oluyor ama bu reklamda son kare, çatı gibi oturmuş. Hatta görüntü aralarına senaryo yazıp film haline getirmek istedim. Finansbank belki sponsor olur ve bu bir film haline gelir, hem temiz enerji de içine çok tatlı harmanlanarak sosyal sorumluluk projesi haline bile gelebilir.

Acaba dünyada böyle örnekler var mı?